Dr. Fikret Zengin ile hekimlik, göç ve diasporaya dair
Haber Kaynak : Gazete Karınca | Haberi görmek için tıklayınız
Tıp fakültesini bitirenlerden nadiren hekim çıkar diye bir söz vardır. Doktorluklarının yanı sıra çeşitli sanat dallarında tarihe iz bırakmış kişilikler vardır. En önemlilerinden Çehov, hem mesleğini yapmış hem de bize o güzel eserleri bırakırken, “Tıp, nikâhlı karım benim, edebiyat ise metresim. Bu davranışımı belki biraz uygunsuz bulabilirsin ama en azından sıkıcı değil. Hem zaten, benim bu ikiyüzlülüğümden ikisinin de bir şey kaybettiği yok.” İronisini yapsa da, gerçekten de edebiyat Çehov’un asıl mesleği olmuştur. Sanata gönül vermek ve yazmak, birçok vahalardan beslenme gerçeğini bir zorunluluk olarak dayatır. Dr. Fikret Zengin’in “Beynini Keşfet” kitabı dikkatimi çekti, neydi şu beynimizin gizi ve Tanrısal ağırlığı? Yazacaklarıma nasıl bir katkısı olur düşüncesiyle, kitabı bir solukta, severek okudum.
Doğada her canlı kök saldığı yere tutunurken, kimliğini, rengini ve kendine ait sesini oluşturur. Tarihin ve doğanın en keskin yasasıdır sanki doğup-büyüdükleri, yaşadıkları, bağlandıkları mekânlardan zorunlu ya da gönüllü olarak ayrılmak. Hayatı anlamlı kılan en önemli değerlerdendir coğrafya ve aidiyet… Ancak göç: tarihin her döneminde daha da derinleşen gerçek bir yara, acı ve travma! İnsana dair her şeyi: ideolojileri, inançları, toplumsallığı, bireyselliği özellikle de sosyolojik ve psikolojik etkilerin değişimi ve dönüşümü sürer.
Bütün bu süreçler insanın dünyaya katılımının parçasıdır elbette. Kimine göre yeniden var oluş, kimine göre yok oluş… Her iki durumun da kendi gerçeklerinden uzaklaşma olasılığı hep olagelmiştir. Haliyle böyle bir mücadele içinde olanlar değişimi hayatlarının bir parçası haline getirirler. Farklı coğrafyalarda, farklı zamanlarda uzun/kısa dönemli göçler yaşanmıştır. Özellikle günümüzde Ortadoğu’da daha da güçlenen göçü ve bu göçün getirdiği acıyı hepimiz yaşıyoruz.
Uzun yıllar Almanya’da yaşayan Dr. Fikret Zengin’in, son üç yıldır İsviçre’de yaşamını sürdürdüğünü öğrendim. Hayatına ve çalışmalarına dair gerçekleştirdiğimiz söyleşide ilk olarak: hayatının nerede başladığı sorusuna cevap arayarak başlamak istedim. 1500’lü yıllarda Dersim’den başlamış yolculukları. Bingöl’ün Adaklı ve Yedisu, Erzurum’un Hınıs, Muş’un Varto ilçelerinden sonra 1700’lü yıllarda bugün Bingöl Karlıova’nın Tuzluca köyüne bağlı Mikail mezrasına yerleşirler. Dedelerinin yaşamlarının göç ile geçtiğini anlatan Zengin, göç mevsiminin kendisine de uğrayacağından habersizdir. 1957 yılında Mikail köyünde on iki çocuklu bir ailede dünyaya gelir.
Alevi ocağına bağlı Hormek aşiretine mensup olan ailesi, köyün en nüfuzlu dört ailesinden biridir. Kış mevsiminde kalabalık gruplar halinde dedesinin evine misafir gelenlerin “şevbuhurk”leri sözlü edebiyatın bir okulu olduğunu o sohbetlerinden çok şey öğrendiğini belirtiyor. “Çocukların bu sohbetlere katılmasının uygun olmadığını, ancak dedesinin isteği ile abisiyle bu sohbetlere katılma ayrıcalığını yaşadıklarını” dile getiriyor. Sadece doğu toplumlarıyla sınırlı olmayan uzun kış gecelerinin sohbetleri dünyanın her yerinde görülebilir. Tarihin eskimeyen zihni belki de ateşin etrafında toplanan ve hafızaları tıpkı etrafında toplandıkları ateş kadar parlak insanların sayesinde bugünlere gelmedik mi?
Üç yaşında annesini kaybeder. Annesinin kaybedişini bir hastası üzerinden anlatan Dr. Fikret “Annesini kaybeden hastam durmadan siz annesizliğin ne olduğunu, annemi kaybedişimi, annemin ölümünü anlayamazsınız. Bunun üzerine ben de anneniz öldüğünde kaç yaşındaydınız diye sordum: on yaşında olduğunu ifade etti. Ben de on yaşına kadar beş tane anne kaybettiğimi söyledim: Annemden sonra nenem, nenemden sonra ablam, ablam evlendikten sonra, diğer ablam, o da evlendikten sonra diğer neneme…” Çocukluğu ciddi sıkıntılarla geçiyor. Okul hayatı köyde başlıyor. Elazığ’a göç eden bir köylünün evinin kira karşılığında okula dönüştürüldüğü anlatıyor, devamında ev sahibine her ay kirayı aileler öderdi diye ekliyor.
Bugün bile köylerde tam anlamıyla okulların olmayışını göz önünde bulundurursak Anadolu’nun köylerinin okulsuzluğu kader değil, devlet yöneticilerinin yetersizliklerinden başka ne olabilir ki! Göreve başlayan her eğitim bakanının eğitim sistemini baştan oluşturma çabaları, öğrencilere ideolojik tabanlı öğretilerini dayatma… Bugün eğitimin geldiği durum hakkında açıkça kanıtlar sunuyor.
Öğretmenin de okulun –evden dönme- bir odasında yaşadığını anlatıyor. İkinci sınıfa kadar köy okuluna devam ediyor. Bu süreçte, resmi dil, anadili ve yaşam üçlemesinde yaşadığı sıkıntıları anlatırken hatırladığı bir anısını: “Öğretmen evde anne-babamızla Kürtçe konuşmamızı yasakladığı gibi, sabah okula geldiğimiz de ilk olarak dil kontrolü yapılırdı. Dilimizi çıkarırdı. Öğretmen kimi dil ucu çatallıysa o kişinin evde Kürtçe konuştuğunu söyler ve buna göre de öğrenciye ceza verirdi diye açıklıyor.” Cumhuriyet tarihinin baskıcı anlayışı hiçbir vakit değişmemiştir. Toplumunun gerçeklerine kör olan iktidarların ötekileştirmeden başka bir eylemi olmaz gibi, bugün daha da derinleşen bir yara olarak anadil kanamaya devam ediyor. Yaşadığı bu lengüistik dramın acısını hâlâ iliklerine kadar hissediyor. “İnsan nasıl unutabilir? Bir çocuk anadilinden dolayı cezalandırılıyor, en büyük travma bir çocuğun anadilinden koparılışıdır; hiçbir şey bu travmayı iyileştirmeye yetmez!” Köyde okula gittiği iki yıl boyunca bir nevi sağır ve dilsiz oyunu oynadıklarını ve o yılları hiç unutamadığının altını önemle çiziyor.
1966 yılında yaşanan depremden sonra eğitim hayatı Bingöl’ün Solhan ilçesinde yatılı olarak devam eder. Lise yılları Elazığ, Tatvan, Diyarbakır’da geçer. Kardeşlerinden farklı olarak okul hayatının üzerinde ısrarcı olur. Kardeşler arasında yaşamın bu denli farklı olanaklar oluşturması üzerine sorduğumuz soruya, “Aynı anne ve babadan olan çocuklar bile anne ve babanın farklı ilgilerine mazhar olur. Herkesin hayatı farklı çizgilerde gelişme gösterir, bu farklılıklar gayet tabi normal” diye yanıt veriyor. Özellikle abisinin kendisine çok destek olduğunu vurguluyor.
Üniversiteye 1976 yılında başlar. Köyüne yakın olmasından ötürü Erzurum’u tercih ediyor. Solhan’da okuduğu yıllarda yaşadığı dışlanmışlık sürecini Erzurum’da çok belirgin yaşıyor. Üniversite yıllarında herhangi bir politik çizgisi olmadığını buna rağmen öldürülme tehlikesi yaşadığını, silah sıkıldığını, başının yarıldığını, baygın şekilde ormana atıldığını dile getirirken, ‘Yetmişli ve seksenli yıların atmosferi Türkiye’nin kanayan tarihidir’ diyor. İki yıllık Erzurum yaşantısından sonra İzmir’de okuma kararı alıyor. Daha rahat bir ortamın olduğu yeni üniversitesinde eğitimini başarıyla tamamlıyor. Ancak üniversite yıllarının kimi dönemlerinde yaz tatillerinde Büyükada’da restoranlarda çalışıyor.
Çalışma hayatına Elazığ’ın Maden ilçesinde başlarken “Türkiye’de ihtisas yapma imkânım olmadığından yurtdışına gitme kararı alıyor.” Bu süreçte sağlık bakanlığının hakkında suç duyurusunda bulunduğunu, mahkemenin lehine sonuç verdiğini, ancak artık Almanya’ya yerleştiğinden dolayı Türkiye’ye dönmeme kararı aldığını söylüyor. Meslek seçimindeki gerekçeyi annesini daha çocuk yaşta kaybetmesinde arıyor. Psikiyatriyi seçmesinde ise birkaç nedeni bir arada anlatıyor: İzmir’de dersine gelen psikiyatri hocasının etkisi, psikiyatri okuyanların kendilerini daha iyi tanıyabileceğini düşünmesi ve bir gün Avrupa’da psikiyatrist olacağına dair kendine söz vermiş olması…
Ayrıca meslek hayatının her döneminde sürekli gelişmelere açık olduğunu vurgularken Jung, Adler, Freud gibi insanların kendi yaşamı üzerinde etkilerinin olduğunu belirtiyor. Bununla beraber görüşlerinin bugünün koşullarında etkilerinin azaldığını ancak kendi deneyimlerinin bu alanda yeni pencerelerin, yeni modellerin oluşturduğunu söylüyor. “Beynini Keşfet” kitabını bu doğrultuda kaleme aldığını hatırlatıyor. Ayrıca uzun yıllar beyin üzerine çalıştığını, kitabına dair projenin çok daha önceden olduğunu, bununla beraber Covid-19 günlerinde yaşanan karantina dönemlerini fırsata çevirip, kitabını yazdığını belirtiyor. Bu noktada Avrupa’ya değinirken insanların bu tarz kitaplara ve psikiyatriye çok önem verdiğini, kurumların çalışanlarına bu paralelde teşviklerde bulunduğunu dile getiriyor.
Avrupa’ya gidiş sürecinin zorluklarından bahsederken 2016 yılında kaleme aldığı GÖÇ kitabına da ayrıca değiniyor. Kitap Almanca yayımlanıyor ve Türkçeye çevrilmemiş. Konuyla ilgili çok ciddi araştırmalarda bulunurken hastaların büyük çoğunluğunun göçmenlerden oluşması bu paralelde araştırmalarını kolaylaştırdığı gibi farklı topluluklardan insanlarla geliştirdiği diyalog, göç olgusunun tüm bağlantılarını temellendirmesine olanak sağladığını ifade ediyor.
Yurtdışında çalışma sürecine dair “Yabancı olduğun coğrafyada her anlamıyla yaşam zordur, geçmişinizin ne kadar başarılı olduğunun pek bir önemi kalmıyor çünkü herkes için yabancısınız.” Çevreyi aşmanın yanı sıra kendini dahi aşmanın zor olduğu göç coğrafyalarında ayakta kalabilmenin mücadelesinin kolay olmadığını anlatıyor. Yeni mekânlar, insanı bir yandan alışmaya bir yandan yer tutmaya çalışmaya zorlar. Ancak hayatta kalmanın, değerlerini, geçmişini kaybetmeme çabasının dinamikleri, bireyi çoğunlukla güçlü kılar. Böylece yaşamı zorunlu kılan bu tür süreçler, insanın ayakta kalabilmesine dair çok yönlü bir iktidar savaşımına dâhil olmasına imkân sağlar, Doktor Fikret bu mücadele için, “bana her zaman bir kapı kapanır iki kapı açılır. Bu benim inancımla ilgili çünkü insanın kendi içinde pozitif olma anlayışı, olumlu enerjisinin en önemli parçasıdır” diyor.
İnsan sadece yabancısı olduğu coğrafyaların problemi değildir; aksine doğduğu, büyüdüğü coğrafyanın sancıları da birçok soruna nedendir. Çocukluğunun geçtiği toprakların kendisinden aldıkları ve kendisine verdiklerine dair “Coğrafyamı, doğduğum toprakları iyi tanırım. Özellikle kış mevsiminde yaşadığım/yaşadığımız sıkıntıları hiç unutamam. Üç yaşında bir kardeşimi yolların kar yağışından kapalı olmasından köyün dışına dahi ulaştıramamış, amcamın sırtında taşıdığı kardeşimi eve getirmesinden kısa süre sonra hayatını kaybetti, bu coğrafyanın bizden aldıklarından başka ne olabilir ki! Yine insanın çocukluğu nerede geçiyorsa ciddi bir bağ kuruluyor bu bağ insana çok şey kattığı gibi birçok açıdan kişiye dayanma gücü katıyor” diyor.
Zengin’in açıklamaları 1 Şubat 2014’te Van’da yolların kardan kapalı olması nedeniyle zamanında hastaneye götürülemeyen iki yaşındaki Muharrem’in hayatını kaybedişini hatırlatıyor. Babasının Muharrem’i çuvalda sırtına otopsiye götürmesi günlerce konuşulmuştu. Anadolu’nun bu denli ağrıları hep sahipsiz olagelmiştir. Bunun adına ötekileştirme, dışlama, yok sayma, faşizm denilebilir/deniliyor ancak her kıtada, ülkede, bölgede yaşanıyor. “Doktor, sonradan gelmenin olduğu her yerde ötekileştirme var” diyor. Elbette bu durum sonradan gelenlerin dışlandığı anlamına da gelmez, dışlayanlar sonradan gelenler de olabilir kimi coğrafyalarda. Artık alıştığını, uyum sağladığını, her insanın göçün bir parçası olduğunu açıklıyor, hatta belli bir süre sonra onlar size alışıyor diye ekliyor.
Bu minvalde Türkiye’den örnekler veriyor: “Türkiye’de var olan demokrasi sorunun birçok nedeni var ama detaya inmeden söylersek, temelde insanları sürekli belli kalıplara göre biçimlendirme çabası yatar, cumhuriyetin ilk yıllarından bugüne Türk-İslam sentezi anlayışı hâkim fakat bu anlayışı uymayan milyonlarca insan var. Bu problemleri çözebilmek ancak herkesi olduğu gibi görmekten geçer. Rum birine nasıl olur da Türk-İslam sentezini dayatmaya çalışırsınız? Alevi, Kürt, Ermeni, Türk… Doğanın, tabiatın ruhuna aykırıdır. Kişiye aykırı davranırsan o da sana aykırı davranır.”
İnsanların içinde oldukları zorunlu/gönüllü durumların, keşfettikleri her yeni şeyin aslında durumsallıktan öte, yeni bir yaşam biçiminin kendisi olduğunu fark ederler. Baskının, ezmenin iklimlerinde yaşamı temel amaç edinenlerin, bilincin özüne varmalarının kolay olmadığını, ancak insanlaşma çabasının her daim olacağını belirtiyor. Ayrıca kaderciliği kişilik haline getirmeyen her bireyin sosyal denetimcilikten de kurtulacağını, dışa kapalı gerçekliklerden kurtulup nesnel-sorunsal her durumun adanma/yükümlülük alma ile aşılacağının çok güzel örneklerini sunuyor Dr. Zengin.
Haber Kaynak : Gazete Karınca | Haberi görmek için tıklayınız